Markete gittiniz. Yeşil sapları, şık karton kutuları, minik yeşil etiketleri, tek renk, tek ses, tek yürek halleri, yüksek fiyatlarıyla tezgahların yıldızı, kan kırmızı domatesler. Yemediniz mi daha? Yiyeceksiniz! Zira onlar, modern dünyanın gurur kaynakları.
“Tatmin olma” duygusu köreltilmiş, “yeter” sözünü defterinden çoktan silmiş insan evladının zeka ürünleri onlar. Onlara şimdi domates diyorlar. Devasa seralarda, tümüyle bilgisayar kontrolünde, topraksız koşullarda (su kültürü) yetişiyorlar. Her birinin köküne birer serum hortumu bağlı, damla damla dökülüyor azotlar, fosforlar, kalsiyumlar... Hava mı lazım? Pompalar var, suyun içine gerektiği kadar hava basıyor. Güneş mi lazım? Cıvalı ampuller var, fotosentezi artıran yüksek basınçlı ışık basıyor. Kuş mu lazım? Aşkolsun! Zamanı gelince, salınıyor bambus arıları içeri, dölleniversinler, kurda kuşa muhtaç olmadan. Çünkü onlar doğanın güvensiz derbederliğine terk edilemeyecek kadar değerliler. Onlar, öbür dünyaya giderken yanımızda götüreceğimiz yatlar, katlar, plazmalar, plazalar...
Hâlâ markettesiniz. Süt içip kemikleri geliştirmek gibi bir inancın peşinde, dolaşıyorsunuz raflarda. O, beyaz sıvının içinde protein, vitamin, bir sürü bakteri, mineral filan olduğunu düşünüyorsunuz. Nasıl söylemeli, bilmem ki? Aramızda kalsın ama, onun içinde artık bir şey yok! İyisi mi bunu size, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Ahmet Aydın söylesin: “Süt sağlıklı bir içecekken, raf ömrünü uzatmak için pastörizasyon, yüksek ısı uygulaması (UHT) ve homojenizasyonla çok zararlı bir ürün haline getiriliyor. Bu işlemlerle sütün içindeki tüm bakterileri öldürülüyor. Pastörizasyon, sütün vitamin ve mineralle zenginleşmesini engelliyor, sindirim enzimlerini tahrip ediyor, tahrip olan ve sindirilmeyen protein parçacıkları, bağırsaktan kanımıza geçiyor, vücut da bunları düşman olarak algılıyor ve bağışıklık sistemini tahrip ediyor. İnsan vücudu tahrip oluyor ve alerjik hastalıklara, bağışıklık sistemi hastalıklarına, romatizmal hastalıklara neden oluyor. Çocuklarda görülen kronik orta kulak iltihabının altında da süt kullanımı vardır.”
Hadi bunları geçtik bir kalem. Siz o sütü veren ineğin başına gelenlerden haberdar mısınız? İnek inek olmaktan çıkalı çok oldu. Ağaç talaşı, mermer tozu dahil önüne konan her şeyi yiyen, bol hormon ve antibiyotikle ayakta durabilen, deri kaplı et parçaları onlar. Günde 100 kilo süt veren inek yaptılar!
Ne demek biliyor musunuz bu?
Alışverişe devam
Market arabasını sürmeye devam.
Üzümleri gördünüz mü? Sanki bağdan yeni gelmişler. Dipdiri, ipiriler. Nereden geliyor bunlar? Şili’den. Şili mi? Evet! Kaç gündür buradalar? Üç-beş gün oldu. Düşünün, Şili’nin bir köyünde topluyorlar bunları. Uzun yolculuklar sonunda buralara geliyor.
Bir süre bizim manavda bekliyor. Alıyorsun eve getiriyorsun, evde de üç-beş gün daha, bana mısın demiyor mübarek. İyi ama, nasıl? Şahane şeyler var, adına ilaç diyorlar. Üzümlere verilen bu ilaçlardan birinin etiketindeki faydaları sayalım mesela: Dane büyüklüğünü artırır, dane ağırlığını artırır, dane şeklini daha düzgün olarak değiştirir, tam olgunlaşmada bile daneye parlak sarı yeşil rengini verir, güçlü üzüm çöpüne rağmen dane sıkıca sapa bağlı kalır, bu yüzden yükleme taşıma esnasında danelenme nedeniyle olabilecek kayıplar azalır, dayanıklı ve dirençli kabuk sayesinde hasat ve hasat sonrası olabilecek yaralanmalar en aza iner, hastalıklara direnç katar, kullanım dozu yükseldiğinde sofralık üzümlerde hasadı geciktirir, yüksek kalite ve standart sağlar, raf ömrü uzar.
“Oyy! İçime fenalık geldi, çıkart beni buradan” diye feryatlar eden okura biraz sabır.
Kayseri’ye gittiniz, eh dönüşte adettir memlekete biraz mantı götürülür. En ünlü mantıcının önünde durdunuz. Yol uzun ama mantılar vakumlu paketlerde, hiçbir şey olmaz bunlara. “Taaa Amerika’ya gönderiyoruz biz, hiç merak etmeyin” diyor satıcı. Aldınız birkaç paket, doğru evdeki derin dondurucuya. Günün birinde canınız çekti, attınız mantıları kaynar suya. Ama bu nasıl tat? Kıyması mı farklı, ne? Cahillik içinde yüzen okura bir bilgi daha: O, mantının raf ömrü uzasın diye içine konan azot gazının zamanla gıdayı zehirlemesinden kaynaklanan tat. Şimdilerde adlarına “gıda gazı” diyorlar.
Besinlerin raf ömürlerini uzatmak için içlerini gazla dolduruyorlar. Azot gazı da oksijen istenmeyen durumlarda inert atmosfer oluşturarak gıdaların kısa sürede bozulmasını önlüyor. Mesela, taze etlere de oksijen gazı veriyorlar ki, hep taze, kıpkırmızı görünsün. Yasal bunlar, girin internete “gıda gazı” diye, görün neler yediğinizi raf ömrü uğruna.
Daha durun! Petunya ve karnıbahar geni konmuş mısırlardan yapılan cipsleri de yiyeceksiniz. Geceleri de bahçenizi denizanası geniyle donatılmış buğdaylarla aydınlatacaksınız. Diyebilirsiniz ki, “hep olumsuz tarafından bakma, bu gelişmeler olmasa açlığın önüne geçilemez”. İyi ama açlığın nedeni gıda üretimindeki yetersizlik değil ki! Tam tersine, bugün dünyada gıda üretiminde fazlalık var. Öyle ki, tüm üretilen besinleri toplayıp dünyadaki insan sayısına bölseniz, kişi başına günlük 2720 kilokalori gıda düşüyor. Bu hepimizi besler de, yusyuvarlak bile yapar. Sorun gıda üretiminin yetersizliği değil, aç olanların gıda alacak paralarının olmaması.
Ama, daha da vahimi, biz de o süt, domates, üzüm gibi oluyoruz.
Neye ağlayıp neye güleceğimizi birileri bize anlatıyor. Kimi sevip kimden nefret edeceğimizi de. İnsan ilişkilerini artık klavye ve monitor üzerinden kuruyoruz. Tanışmadığımız insanlarla klavyelerle kavga ediyoruz. Gün geliyor, öldürüyoruz. Adına “bilgi” dedikleri rafine verilerle zihnimizi doldurup enselerinde barkod yapıştırılmış mamül ürünler oluyoruz. Bir an önce çıkmak lazım bu marketten, hadi durmayın, acele edin. Çıkın dışarı, “Ben sütçümü, yoğurtçumu istiyorum” deyin. “Eciş bücüş mısırları, yamuk yumuk pembe domatesleri de istiyorum” deyin. “Adını, sanını, derdini tasasını bildiğim manavımı da istiyorum” deyin. Hele bir başlayın istemeye, arkası gelir mutlaka. Benden söylemesi, yoksa yapıştıracaklar barkodu ensenize...
* Sunay Demircan